EFSANE
Mississippi Nehri civarında, Vicksburg şehrinde yaşayan Charles adlı müthiş yetenekli bir piyanist vardı. Küçük bir barda parlak bir ışık gibi göz kamaştıran bu adama, arkadaşları parçanın ortasında “Hadi CHAZ, hadi!” diyerek solo bırakır, Charles da solo ve doğaçlamalarıyla ortalığı büsbütün coştururdu. İşte, Charles adının kısaltılmış şekli olan bu “chaz” kelimesi dilden dile dolaşarak değişime uğramış ve bugünkü jazz adı buradan gelmiştir.
Ancak jazz’ın başlangıcını kesin olarak saptamak konusunda, en tarafsız araştırmacılar bile fikir birliğine varamamışlardır. Jazz’ın kökeni hakkında birçok teori bulunmaktadır ve jazz kelimesinin tam olarak neyi ifade ettiği konusunda hâlâ tam bir anlaşma sağlanmış değildir. Çoğu araştırmacıya göre, bu kelime ilk defa New Orleans’a gelen Fransız göçmenler arasında “hızlandırmak” anlamına gelen bir argo olarak kullanılmış olabilir. Bir başka teoriye göre ise jazz, eski dünyanın ucuz kabarelerinde doğmuş; daha farklı bir görüş ise Afrika’nın vahşi ve karanlık bölgelerinde kabilelerin çılgın dini ayinlerinde yapılan danslardan doğduğunu savunur. Tüm bu teoriler, jazz’ın kökeninin çeşitlilikle harmanlanmış bir kültürel zenginlikten geldiğini gösterir.
Jazz parçaları ilk önce yüzlerini siyaha boyayarak Afro-Amerikan şarkıları söyleyen topluluklarca ele alındı. Bu kimseler, pamuk tarlalarında çalışan Afro-Amerikan işçilerin şarkılarını gösterişli bir şekilde değiştirerek bunlara “ragtime” adını verdiler. 1897’de Kerry Mills adlı bir besteci “Georgia Camp Meeting” adlı bir şarkı yazdı ve bu eser, beklenmedik bir başarı elde etti. Bu başarıdan sonra ragtime orkestraları hızla çoğalmaya başladı ve şehirlerde popüler hale geldi. Ragtime, daha sonraları jazz’ın temel taşlarından biri olarak kabul edilecekti.
1895’te “Kuru Ekmek” lakaplı, iki gözü de görmeyen bir Afro-Amerikan delikanlı, eline geçirdiği bir kemanla sokaklarda dolaşıyor ve çaldığı müzikle sattığı mallara müşterilerin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Fakat “Kuru Ekmek”, bu işte öyle büyük bir başarıya ulaştı ki, çok geçmeden yanına birkaç arkadaşı daha katıldı ve “Kuru Ekmek Orkestrası” adı altında bir topluluk kurdular. Maalesef o zamandan günümüze hiç plak kalmadığı için bu müziklerin içeriğini ve gerçek başarısını tam olarak ölçme şansımız yok. Ancak Amerikan jazz müziği bu sayede büyük bir gelişim yoluna girmiş bulunuyordu.
Bu sırada Amerika, İç Savaş’a hazırlanmaktaydı. Dixieland’de “Brown’s Band” adında dört kişilik bir ekip kurulmuştu. Dixieland topluluğunun ortaya çıkışıyla jazz, yepyeni bir devreye girdi. Artık Dixieland, memleketi baştanbaşa kavuran bir fırtınaydı ve jazz’ın bu şekline “hot” yani “ateşli” deniyordu. Daha sonra bu Dixieland tarzı topluluklar, swing orkestralarına evrilerek jazz müziğinde yeni bir dönem başlatacaktı.
Sonrasında Paul Whiteman grubu ortaya çıktı. Paul Whiteman topluluğu her gece New York’taki Palais Royal’de sahneye çıkıyordu. Yepyeni bir stil ile ortaya çıkan bu topluluk, zekice düzenlenmiş aranjmanlarıyla büyük bir popülerlik kazandı. Klasik müzik eğitimi almış olan Paul Whiteman, ticari anlamda kendisine büyük bir zafer kazandıracak olan jazz’ın cazibesine kapılmış ve Amerika’yı saran bu büyüye kendini bırakmıştı. Fakat senfonik müzik Whiteman’ın kanına işlemişti ve kendini tamamen klasik müziğin etkisinden kurtaramıyordu. Çevresinde oldukça yetenekli müzisyenler vardı; bu sanatçılardan biri, genç besteci George Gershwin’den orkestrası için bir şeyler yazmasını istedi. Bu kompozisyon jazz tarzında olacaktı ancak klasik müziğin çerçevesinden de tamamen çıkmayacaktı.
Paul Whiteman’ın isteği üzerine hazırlanan bu eser “Rhapsody in Blue” idi. Bu eser, 12 Şubat 1924’te Whiteman orkestrası tarafından Aeolian Hall’da çalındı. George Gershwin ve Grofé, solo piyanist olarak bu konserde yer aldılar. Rhapsody in Blue tarifi mümkün olmayan bir başarıya ulaştı ve Amerika’da jazz’ın klasik müziğe bir köprü oluşturabileceğini kanıtladı. Whiteman, Gershwin ve Grofé, orkestra ile birlikte Carnegie Hall’de ve Avrupa’nın büyük şehirlerinde konserler verdiler. Gershwin, “Rhapsody in Blue” ile yetinmedi; bu kez Walter Damrosch’un isteği üzerine “An American in Paris” adlı eserini besteledi. Ardından, ünlü Afro-Amerikan operası “Porgy and Bess” ve birkaç piyano prelüdü gibi unutulmaz eserler daha verdi.
Bu sırada jazz şarkıları besteleyenler de hız kesmiyordu. Irving Berlin, Jerome Kern, Richard Rodgers, Lorenz Hart, Abner Silver, Harry Von Tilzer, Charles K. Harris gibi besteciler unutulmaz eserler sundular. Irving Berlin, 1912’de yazdığı “Alexander’s Ragtime Band” ile adeta bir klasik yarattı; bu parça, zamanla unutulmaz bir jazz klasiği haline geldi ve “ragtime” ruhunu yansıtmaya devam etti.
Jazz’ın kısa bir tarihçesini yaparken blues şarkılarının yaratıcısı olan Afro-Amerikan müzisyen William C. Handy’den bahsetmemek büyük bir eksiklik olur. Handy, basit Afro-Amerikan şarkılarını alarak onları hüzünlü ve içli bir hale getirdi. 20. yüzyılın başında Handy, hiç kazanma şansı olmayan bir politikacı için bir şarkı yazdı. Şarkı öylesine sevildi ki hem şarkı meşhur oldu hem de politikacı seçimleri kazandı. İş bittikten sonra Handy bu esere “Memphis Blues” adını verdi.
Jazz’ın efsanevi liderleri arasında Tommy Dorsey, Benny Goodman, Fletcher Henderson, Louis Armstrong, Jack Teagarden, Claude Hopkins, Duke Ellington, Count Basie, Artie Shaw, Harry James, Dizzy Gillespie, Lionel Hampton, Glenn Miller, Tex Beneke, Woody Herman ve Gene Krupa gibi isimler bulunur. Bu sanatçılar, jazz’a hayat verdiler ve müziği geniş kitlelere yayarak gelecekteki kuşaklara ilham kaynağı oldular. 1940’lara gelindiğinde bebop, swing’den doğan daha hızlı ve teknik bir tür olarak sahneye çıktı; Charlie Parker, Dizzy Gillespie ve Thelonious Monk gibi isimler bebop’un yaratıcıları arasında yer aldı.
Jazz, 20. yüzyıl boyunca blues, ragtime, swing, bebop gibi türlerle gelişimini sürdürdü ve 1960’larda John Coltrane ve Miles Davis gibi devrimci isimlerle birlikte modal jazz ve free jazz türlerine yöneldi. Bu yeni stiller, doğaçlamanın sınırlarını zorlayarak jazz’ın sanatsal derinliğini arttırdı. Miles Davis, modal jazz’ın en iyi örneği olarak kabul edilen “Kind of Blue” albümü ile çığır açtı; Coltrane ise hem doğaçlamadaki ustalığı hem de ruhani bir arayışa yöneldiği müziğiyle efsaneleşti.
Jazz’ın kısa bir tarihçesi bile bize, bu müziğin ne kadar çeşitli, zengin ve güçlü bir ifade aracı olduğunu gösteriyor. Charles’tan Whiteman’a, Gershwin’den Armstrong’a, Berlin’den Coltrane’e kadar her sanatçı, jazz’a kendi rengini kattı. Bugün jazz, hem klasikleşmiş eserleriyle geçmişin izlerini taşır hem de yenilikçi sanatçılarla her daim kendini yeniler. Bu müzik türü, kültürel sınırları aşarak insanlara duygusal, sanatsal ve toplumsal bir bağ sunmaya devam ediyor.
댓글